reklam

Manşet

ÇOK SADE BİR HİKAYE

Yazar Unknown 14 Ocak 2016 Perşembe 0 yorum

ÇOK SADE BİR HİKAYE

Size herkesin anlayacağı bir hikâye anlatmak isterdim. Hem okuyan için hem de dinleyen için anlaması kolay belki de okumaya odaklanamayan insanlar için daha kolay bir hikâye. Ama ne yazık ki kafamın karışıklığı sizi ancak bir ip yumağına dolamaktan başka işe yaramaz. Yinede kaybetmeyin ümidinizi sihirli bir elle tek seferde her şey çözülebilir.
Halktan uzak mahallemin beton duvarlarının ardında, manevi iklim meltemlerinin esmediği bahçelerde büyümüştüm. Peşine düştüğüm felsefi akımlar beni aklın yanılmaz bir kılavuz olduğuna iman ettirmişti. Araştırmalarımın sonucunda isteği doyurucu metinlere ulaşamayınca tarifi imkânsız boşluklar açılmıştı ruhumda. Boğaza nazır yalımızda tüm imkânların bana verdiğinin ötesinde olmayan şeylerin peşine düşmüştüm. Kant’ın “Saf Aklın Eleştiri”sinden öteye gidememiştim. Kimilerine göre bu seviyede yabana atılacak bir yer değildi. Sonuçta aklın sınırları kendi çizgilerini aşamıyordu. Sade hikâye dedik ama felsefik akımların içinde boğuluyoruz. Beni dinliyorsan inan yol daha keşmekeş bir hal alabilir. Sen yinede sabırla oku beni. Avrupa’nın sorgulayan ve eleştiren akılla devrimlerin art arda geçekleştiğini öğrenmiştim. Maddiyatın getirdiği doyumsuzluk, zihinde bu akımların ağına takılmıştım. Oysaki Avrupalı bozulmuş bir dini yanlışlardan kurtararak doğruya gidiyordu. Ama peşine düştükleri akıl onları yarı yolda bırakmıştı. Ben tamamlanan bir dinden uzaklaştıkça aklım gözlerime inmişti. Kimseyi dinleyip bu kuyudan çıkmaya da niyetim yok gibiydi. Furedi’ye göre aklın değer kaybı ve kültürel yaşamın tekdüze bir hal alması sorunlarını yaşıyordum. Kendimi entelektüel zannediyordum ama olsa olsa Boğaz entelektüeli olacağımı da ruhum bana fısıldıyordu. Ben kimim sorusunu düşündükçe işin içinden çıkamıyordum.
Günler birbirini kovalamayı bırakmış kim biraz gecikse onu diğeri yiyordu. Artık varlığı hissedilmeyen evin bir parçası gibiydim. Bu evde atsan atılmaz satsan satılmaz olduğum için hala bir yerim vardı. Hiç konuşmadan direk odama çıktım. Bu haline alışmıştı evin diğer fertleri, kimse yadırgamadı. Gelgitlerin en uç noktasında duruyordum. Gidip yine anlamsız bir şekilde klavyenin tuşlarına basıyordum. Kafamı ekrana doğru kaldırdığımda Kozmografyanın gizemli dünyasında sörf ederken buldum kendimi. Esen rüzgârla havalanan perde yüzüme vurdu. Güzel bir boğaz akşamıydı. Mayıs ayının içinde erguvanlarla süslü bir İstanbul masalı. Ben bunların çok uzağında karar aşamasındaydım. Son haftalarda tamamen tüm araştırmalarını yaratıcı üzerine yoğunlaştırmıştım. Yaratıcının kitabından kâinatı okuyup O’na ulaşmaya çalışıyordum. Günlerin birbirini kovalaması beni dipsiz bir kara deliğe doğru itiyordu. Çünkü ilerlemesine bir türlü engel olamıyordum. Düşündüm; kara delikler, akıl almaz büyüklükteki galaksiler ve spiral kollar arasındaki ışık yılı mesafelerin büyüklüğü hayalime bile sığmadı. Bir annenin karnındaki embriyo gibi her şeyi tam anlamıyla zihnimde yeniden oluşturmaya başladım. Eski okunmuşlukların izleri kolay silinmiyordu. Yanlış düşündüğümü bilmeme rağmen yine de maddiyatçılık tarafım ağır basıyordu. İnce çizgi a’rafta kala kalmıştım.
Tüm yaşadıklarım beni bitap düşürmüş hayal ile gerçeklik arasında gelip gidiyordum. Rüyaların gerçekleşmeyip kısa süreliğine ağızda bal tadı verdiği anlar artık acılaşıyordu.  Avuç avuç içilen uyku hapları da yine de kar etmiyordu. Oysa çok imkânlı semtlerin el değmemiş doktorların kontrolünde en ince ayrıntısına kadar check-up tan geçmiştim. Hasta değildim; kafamda kelimeler ve cümlelerle problem yaşıyordum. Sürekli aynı şeyi tekrar ediyordum. Doğruyu bulmak için günümüz insanın formüle ettiği olay örgüsünü 5N 1K ile çözmeliydim. Neyim ben? Neden dünyaya geldim? Neye ulaşacağım? Ne zaman anlam bulacağım? Nasıl dönüşeceğim? Ve kiminle olacak bu. “Elifi” geçmiştik bu seferlik tüm açmazlar “Nun” gölgesindeydi. “N” yi çözmek diferansiyel denklemlerin çözümsüzlüğüne terk edilmiş karmaşık ve bilinmeyen kadar açmazdı.
Hayal edilmiş tüm ayrıntılı lükslerin kucağında sağa sola dönmem yatağın batmasına engel olamıyordum. Uykusuz gecelerin ritmi öyle kaçmıştı ki ikinci yeni şiiri gibi ne başında ne de sonunda bir şey anlaşılıyordu. Oysa bazen gece tek kelimeye sığıyordu. Yalnızlar vadisinde N’lerin hasretini koklarken, yapayalnız duvarları kendine çektim. Sessizlikte herkes yerine ulaşıyordu. Bazen radikal kararlar alarak akıp giden suyun yönünü değiştirmek yeni ufuklar açabilirdi. Tebdili mekânda ferahlık var diyerek, Cihangir semtinde pek kullanılmayan apartman dairesine gitmeye karar verdim. Beni boğan tekdüze yaşam yeknesaklıktan biraz olsun kurtulmak istemiştim. Sorular benden önce gelip odalara kurulmuş kapılarının tekrar açılmasını bekliyorlardı. Artık gündüzleri uyuyup gecenin büyük kısmını ayakta geçiriyordum. Bohem ve asosyal hayatın vazgeçilmez unsuruydu bu şekilde yaşam. Bir zaman sonra her gece birbirini takip eden sesleri izlemeye etmeye başladım. Üst kattan gelen sesler zamanı değişmeden yapacaklarını sıralıyordu. İmkânların seferber ettiği sentetik ilaçlarını kaldırıp bir kenara attım. En huzurlu uykuya dalışlarımı bile yarıda kesip karanlıktaki sessiz ipucunun peşine düştüm. Uyuyor vakti gelince o seslerin izlemek için yatağından yukarıya bakarak hayal kuruyordum. Eşlik etmek, gözlerin görmediği sadece O’nun için yapılan hesapsız hareketlere…
Dikkat kesildim. Önce suyun sesi hiç bitmesini istemeyeceğiniz bir melodi ile şırıl şırıl akıyordu. Eminim, kimse şehrin sessizliğe gömüldüğü bu saatte dinlememiştir su sesini. Sonra salona doğru ağır adımlar. Sessizlik. Yine bekleyiş. Dizlerin tetiği ezerek düşürmesi gibi sarsmadan yere değmesi, alnın yumuşak dokunuşu sanki tavana ağırlık yapıyordu. Taşınamayacak bu yükü sırtlayan yaşlı bir beden olmalıydı. Anlam veremedim. Sahi üst komşum kimdi ki galiba apartmandan kimseyi tanımıyordum. Adımlar dış kapıya yöneldi. Anahtar açıldıktan sonra şeytanın tüm düğümleri çözülüyordu. Ama nereye gidiyordu bu karanlıkta. Kapı açıldı. Asansör sesi gelmedi. Üst kattan adım adım inen sesler yaklaşıyordu. Gözetleme yerinden geçit merasimini bekliyordum. Yaşlı bir beden küçük el feneriyle sessizce süzülüyordu. Ama tüm kurgum yıkılmıştı. Aşağı doğru inen 30’lu yaşlarda silim gibi bir delikanlıydı. Bir gece, iki gece, üç gece ve gecelerce… Aynı şeyleri aynı yerde aynı zamanda yaşamıştık. Anlamını öğrenmiştim bütün bunların komşunun pencereden camiye girişini görünce…
Gecenin bu vaktinde peşine takıldığım bu beden “N” lerin altlarını doldurmaya başladı. Belki aynı hatayı yapıp yatağımdan kalkmadım. Kafada bir din yaşıyordum her zaman gibi pratiğe indiremiyordum. İrade, tüm insanlarda olduğu gibi beni de harekete geçirememişti. Rahatlık her şeyin ötesindeydi. Rahatlık bir putun anlamsızlığı gibi üstüne yapışmış duruyordu. Yatak sıcacıktı. Beyinde bir dünya yaşamak en kolayıydı. Oysa harekete geçiren iman ancak sırattan geçirebilirdi. En iyisi tüm manevi ihtiyarlık hallerine rağmen ibadette ısrar eden üst komşumla tanışmaktı. Hareketlerini zaten en ince ayrıntısına kadar ezberlemiştim. İşin garip tarafı komşum asansörü hiç kullanmıyordu. Zaman içinde tek farklı olan şey dakikaların birer ikişer geriye gelmesiydi. Bazen ne okuduklarınız nede anlatılanlar sizi değiştirmez. Söylediğini yaşayan insanların en küçük hareketi sizde fırtınalar uyandırabilir. Gözlerin birbirini görmediğe gecede kapısını aralayıp beklemeye başladım. Kapı kapanırken bir yaprağın dalından düşerken çıkardığı ses kadar bir ses çıkardı. Adımları, hüznüyle kumsalda yürüyen bir pelikanı andırıyordu. Elindekiyle gündüzleri feneriyle dolaşan Diyojeni hatırlatıyordu birde. Kendi kapısının önüne geldiğinde bir dakika müezzin efendi dedim.
Bir dini yaşamak için ruhban sınıfı gibi camide görevli mi olmak gerek. Belki sizde müezzin olmasanız sizde diğer insanlar gibi uykuda olacaktınız. İçimden niye hep müezzin diyorum ki dedim pekâlâ imam da olabilirdi. Büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeyse burası, kimsenin olmadığı bu zaman diliminde insanlar nerede? Birde asansörü niye kullanmıyorsunuz. Sizin için bu kadar katı inip çıkmak yorucu olmuyor mu?
-Ahmet benim adım. Camide görevli falan değilim. Yıllardır camimizin görevlileri aynıdır. Biz insanların kusurlarını araştırmayız. Ölçümüz insanlar değil ilahi kaynakların bizleri gösterdiği sınırlardır. Asansör meselesine gelirsek bu benim şahsi ibadetim, umumi olmayan bir şeyden dolayı başkalarının haklarını gasp edemem. İbadetime şüphenin karışmasını istemem.

Bu sözlerden sonra tüy gibi hafiflemiştim. Hakiki manada inanan insanın insibağı tüm benliğimi kuşatmıştı. Tam alışamamış olsam bile komşumu sessiz adımlarla takip ederken hala biraz ses çıkarıyordum.
                                                                                                            Hakkı AYTAÇ

Hiç yorum yok:

RESİMLER

RESİMLER
Kelebeğin Rüyası