reklam

Manşet

MEVLANA MÜZESİNE RUHANİ YOLCULUK

Yazar Unknown 16 Kasım 2016 Çarşamba 0 yorum

İnsanı dönüp dolaştırmadan en kısadan emin bir şekilde sahili selamete çıkaracak ve sevdiğine kavuşturacak “Yol” a revan olmuştum. Bozkırda bir Selçuklu başkenti olan Konya’ya doğru yola çıkmıştım. “Yol” Arapça ifadesiyle “Tarik” denen kavramı anlamlandırarak rotamı çizecek, hakikate götürecek yolculuğu sonlandıracaktım. Bu benim için bir otobüs yolculuğundan çok daha fazlasıydı. Biletimde yazan yere oturmuş planlar yaparken muavin seslendi:
-İsminiz Bazdiyar* mı? Bir yanlışlık olmuş sizi 18 numaraya alacam.
Sen niyet et daha yolun başında elinden tutup ipuçlarını gösteriyor. Hayatta tesadüflere yer yoktu. Yeter ki olaylara, aklımızı gözlerimize indirip bakmayalım. Eşyanın arkasındaki sır perdesini görmek için  “bakmaktan” belki fazlası lazımdı. Araştırdığım kadarıyla Mevleviliğin 18 sayısıyla ayrı bir bağı vardı. İnsanların sağ avucundaki çizgilerin teşkil ettiği sayıydı (Esma’ül Hüsna)  mesela ve Kâinatta 18 bin âlem olduğu düşünülür.

Farklı yönlerden insanlar gelse bile hedefi aynı olan yollar muhakkak orada buluşurlardı. Araçların havadan, sudan ve denizden yol alması varış durağını değiştirmeyecekti. Düşündüm, son durakta maksuduna kavuşmak için acaba kimler yola çıkmıştı. Şehirleri, kasabaları ve köyleri bir bir geride bırakıyorduk. Toroslarda verilen molada içine çektiğim temiz havayla ruhumun hafiflediğini hissettim. Yol giderken “yol” üzerine derin düşünceler girmesi beni gülümsetmişti. Bende yol yapmak için Harita mühendisliği okumaya gidiyorum. Şehirleri birbirine kavuşturmak için km lerce uzayan yollar yapılmıştı. Yol yapımında önüne çıkılan engelleri köprü ve tünellerle aşmışlardı. Günümüzde insanları, kendi yalnızlık şehirlerinde oyalanıp asosyal bir vaziyette, kendi şehirlerinin tüm girişlerini kapatıyorlardı. Kapıları hiç açmaya niyetleri yoktu. Ekranlarda yarıştırılarak bireyselleşen insanlar kendi dünyalarının etrafına aşılmaz surlar örüyorlardı. Gönülleri birleştirecek manevi yollar yapmaya karar verdim. Olabilirdi bence, mühendisleri bu meseleden de sorumlu tutabilirlerdi. Yapmaya karar verdiğim bu yollar hiçbir zaman ters yönde olmayacaklardı. Birbirini kesmeyeceklerdi. Benim yolum iyi senin ki değil olmayacak, nefretten uzak tolerans bağları kuracaktım. Kalplerin vuslatı olan sevginin varış durağına götürecek trafik işaretleri koyacaktım.
Nihayetinde otobüs yolculuğu sona ermiş, Konya terminaline yeni bir hayata başlangıç yapacaktım. Çoğunluğu öğrenci olan yolcular inmiş, her biri farklı istikamete doğru dağılmıştı. Herkesin yaptığı şeyleri yapıp sıradanlığa düşemezdim. Kalabalığın içine girip şehre destursuz dalamazdım. Unutulmuş bir gelenek mi yoksa saygıdan mı kaynaklandığını bilmediğim şehre giriş adabını hatırlayan kaç kişi vardı acaba. Eskiden ilim sahibi insanlar şehre girmeden önce o beldenin manevi sahiplerinin yanına gider, huzurlarına varır selamını verirmiş. Elimde şehir planıyla hiç bilmediğim sokaklarda gezerek, manevi şahsiyetleri bir bir ziyaret ediyorum. Ateş Baz-ı Veli, Sadrettin Konevi, Şems-i Tebrizi ve Mevlana…
Kendimi yıllardır bu özel buluşmayı, Mevlana hazretlerine ziyareti, sona ayırmıştım. Alâeddin tepesinden Mevlana müzesine doğru yürümeye başladım. Yeşil kubbe uzaktan bütün davetkâr gülümsemesiyle kendine çağırıyordu. Uluslararası bir havaalanını andırıyordu her renkten insanlar dergâhın etrafını doldurmuştu. Sıraya girip biletimi aldım. Bu sefer mecburen insanların yaptığı gibi sırayı takip ederek müzeye çevrilen dergâhı gezmeye başladım. Etrafıma inanılmaz bir şaşkınlıkla bakıyordum. Sergilenen tüm nesneler bana sesleniyor gibiydi. Ne hikmetse sadece bakmakla yetiniyor, uygun adım belli bir hızda geziyorduk. Bize gösterilenin dışında başka bir şeyi görmemiz için tekdüzelik içinde tur bitiyordu. Müzedeki her şey tüm yaşanmışlıkları anlatmak istiyordu. Ruh taşıdığına inandığım nesneler bilmediğim bir dil ile bana sesleniyordu. Kaçamak bakışlar olsa da çoğuyla göz göze gelebilmiştik. Mesela insana hiç şaşırtıcı gelmiyordu eskinin ruhunu temsil eden gözyaşı şişeleri. Önce matbah(mutfak),semahane, namazgâh ve ana bölüm kısmını gezdik. Girip çıkmamız bir olmuş bir anda kendimi avluda selsebil yanında oturmuş bir vaziyette bulmuştum. Arıkovanı gibi olan müze dolup boşalıyordu. İçimden eksik kalan bir şeylerin olduğu ve geçmişe dönüp her şeyin arka planını duymak istiyordum.
Ben mi dönüyordum dünya mı benim etrafımda dönüyordu belli değildi. Anlam verememek hakikati beni güçsüz düşürmüştü. Hissediyorsun, yakınındasın, uzatsan elini yakalayacaksın ama görünmez bir perde buna izin vermiyordu. Bir an omzuma bir el dokundu.
-Selam derviş bir sıkıntı yok değil mi?
Kafamı kaldırıp baktığımda takım elbiseli, temiz giyimli ve orta yaşlarda biri tepemde duruyordu.
– Ben buranın yöneticilerinden Çelebi Can. Ruhların haberleşmesi aynı kaynaktan çıktığı için yardım istedi mi biri hemen varırız birbirimizin yanına. Selsebil bu; tek kaynaktan çıkan su önce iki sonra üçe kola ayrılıyor. Sonra tekrar ikiye ve kavuşma havuzunda herkes yine bir araya gelip tek oluyorlar. İşte bu avluda ne zaman soluklanmak için burayı seçse biri, biz ona yardımcı oluruz. Başta birdik farklı yollar seçtik sonunda yine aynı vuslat durağında buluştuk. Her vuslat aşığı senin gibi suyun sesinde geçmiş ve geleceği terennüm eder. Beraber gezelim anlayarak, hissederek ve özümseyerek. Demek aynı yolun yolcuları nefeslenmek için bile aynı durakları seçiyorlardı.
– Selsebillerin yanında konuşurken sesi etrafa duyurmazlardı. Anladığım kadarıyla yürüyüşümüzü kimse görmeyecek ve duymayacak galiba. Konya Mevlana Dergahını gerçek anlamıyla gezemeye başlamıştık.
– Burası Horasan’ın Belh şehrinde başlayan uzun yolcuğun son noktasıdır. Kubbe-i Hadranın altında ebedi uykusunda, uyanık olarak bulunan Mevlana hazretleri türbesinin yer aldığı alan, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad zamanında bir gül bahçesiydi. Attığın her adımda bu kokuyu duya bilirsin. Her konuda olduğu gibi ziyaretlerin bir adabı vardır. Tekkelerin kapısında “Edep Ya hu “ yazar. Bu topraklara adımını attığın andan itibaren edebinle(Eline-diline-beline) hareket edesin ki kapılar bir bir açılsın sana ey derviş.
– Çelebi Can o zaman bu tabelayı şehirlerin girişlerine assak güzel olmaz mı?
– Derviş, tabelalar eşiklerden önce kalbe asılmalı. Sen girerken şehre ne yaptın ilk adımını edebe ve usulüne göre attın. Yokluğa akıp giden kalabalık arasından bir kenara alındın ve hürmet gördün. “Ziyaretle müşerref olmaya niyaz eden âşık Konya’ya gelince, önce ve doğrudan Şems-i Tebrizi Zaviyesine misafir olur. Rüya ve gönül âleminde, Piri Mevlana’dan manevi işaretini alıncaya kadar burada kalır. Muntazır olduğu müjdeyi alınca ziyarete izin çıktığı, Hz Pirin kendisini kabul edeceğini anlar. Büyük bir sevinç ve sürurla Asitaneye doğru yola çıkar. Ziyarete yaya olarak, etrafla fazla meşgul olmadan, ağır ve vakarlı adımlarla gitmek de, bu konuda uyulan adaptandır. Bütün bu güzellikler, gören göz, duyan gönül sahipleri için doyulmaz hatıralar kazandırır.”

MATBAH-I ŞERİF (MUTFAK)

Burası dergahımızın en önemli yapılarından biridir. Burası bir nevi öğrenci seçme ve yerleştirme merkezi olarak görev yapar. Görünürde ki mutfak mimarisinin arka planında eğitimin manevi perspektifinde incelikler sunulur. Burası mihenk taşıdır. Zıtların birbirinden ayrılma mekanıdır.  Ebu Bekir’le Ebu Cehil’in farklarının ortaya konduğu bir âlemdir. Görünürde tüm insanlar aynı bedeni giymişlerdir. Fakat elmas ve kömürün aynı kovalent bağlarına sahip olmasına rağmen değerlerinin farklı oluşu gibidir. Matbah manevi gözleri kapalı olanlar için sadece aşın pişirildiği yer zanneder. Yemek içmek nedir ki burada gönüllerde aşk pişirilir. Simurg gibi aşk ile yola çıkmayanlar; istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena diye isimlendirilen yedi dipsiz vadiyi nasıl geçeceklerdir. Burası iradenin hakkının verildiği yerdir. Denizde gideceği rotası belli olmayan gemi gibi rüzgarda nerden eserse kendimi orada bulurum anlayışıyla olmaz. En çetin fırtınalar bile onu ulaşacağı menzilden geri döndürmemeli. Liyakat testi için girelim içeri bakalım gönlümüzün kalibresi nereye çıkacak.
-Şimdi ben bu eşikten öteye bir adım atamam. Burada saklayamam ruhumun siyahlaşmasını, iç dışa bir çevrilsem tüm acizliğim ortaya çıkacak. Gönlüm kömür olmuş ancak yakılmaktan anlar. Çelebi Can tut ellerimden yere düşmem an meselesi.
-Kalbin itminan içinde olsun huzur bulacaktır. Matbah kapısı bir saygı nişanesi için baş kesilir(selama durulur). İşte en güzel selamlamayı sen yaptın. Ey Can. “Hamdım Piştim Yandım.” Sen benliğin zirve yaptığı çağda hamlığından dem vurdun. Biz ne zaman irfandan vazgeçtik toprağımız  ‘ham-ervah’larla dolmaya başladı. Birde pişmediği halde nutuk atanlar var ki bunlara da ancak ‘pişkin’ denir. Bizim inanışımızda söz sadece ‘ehliyet’ sahibinin hakkıdır. İşte hakkı söylemeye başlamakla için bu ehliyeti almak gerek. Menzili bu uzun yolda pişen insan söz hakkına sahip olur. Söz ham ağızlara düştüğü zaman sakız gibi çiğnenir sonrada tadı kaybolunca atılır. O kadar çok konuşulur ki en değerli kelimeler anlam yitirir toplumun gölgesinde. Her kelime vakti geldiğinde yokluğa terk edilir. Ağızdan çıkacak her sözün kalplerde ma’kes bulmayacağı aşikârsa, susmak gerek. Mümkünse geriye kalan herkesin dinleyen ve öğrenen olması gerekir. Hamuşluktur insana yakışan, ağızdan çıkan sözün dinleyende ma’kes bulacağını bilerek konuşur. Yoksa ağızdan çıkan sözün, hedefini bulmayan sözlerin, ya sağa yada sola yazılacağı gerçeğini unutmamalıdır. “Ateş-bâz-ı Velî” selamını kabul etti. Aşk ateşine liyakat kesbettin, çilen hayırlı olsun.
İşte Mevlevilerin 1001 günlük çile süresi başlamış olur. Saka postu üzerinde murakabe pozisyonunda oturan derviş ibadet ve ihtiyaçları dışında üç günlük süre zarfında yerinden kımıldamaz. Nev-Niyaz çıkacağı zor yolun kararını tekrar tekrar düşünür. Kıllet-i taam, Kıllet-i Kelam, Kıllet-i menam(az uyuyarak) dünyevi insanların itibar ettiği şeyleri makul ölçüde yapar. Sadece yaşamanı idame ettirecek kadar bunlardan faydalanır. Bizi kendine esir edecek her şey terk edilir. Dervişlik ateşten gömleği sırtına geçirip hayatın geri kalanını bir münzevi gibi yaşayacağını idrak etmektir. Tahammül sınırlarının her alanda geçileceğinin şuurunda, preslenmeye dayanıp granit olmaya ya da altında ezilip tuz buz olmayı göze almak vardı yolun sonunda. Bu yolun bitiminde ne cehennem vardı nede cennet sadece aşk vardı.
                Bu makamın sahibi   “Ateş-bâz-ı Velî” kalplerdeki ateşleri hissetmek için kazanın altındaki korları maşa kullanmadan elleriyle karıştırıyor. Çünkü yananları ateş yakmaz ki Hz. İbrahim’i yakmayıp serin ve selamet olduğu gibi. İnsan sarrafıdır. Derviş olabilecek kişide her türlü psikolojik ve sosyolojik etmenler göz önüne alınarak bir sonuca varılır.  Her zaman kalp ve ruhun makamlarını takip eden, bedeni ihtiyaçlarının peşinde koşmayıp ilimle derinleşerek aşk yoluna revan olan yolcuyu seçer. Gerekirse dünyanın yükünü sırtına koymayı bile deneye bilir. Bazen kalp ibre ateşini, imtihanını derecesini öyle yükseltir ki aday adayının tüm özellikleri ayan beyan ortaya çıkar. Burada kimseye kem söz söylenmez yaşanan her şey sükut âleminde gerçekleşir. “Saka Postu Makamı”nın altındaki ayakkabılar yönü adayın liyakati yoksa dışarı doğru çevrilir, buda gidebilirsin demektir. Yüreği billurlaşan tüm merhalelerden geçen dervişe ise hırka giydirilip, sikke takılarak yapılan küçük merasimin ardından dergâha kabul edilir. Böylece bilinmez vadilerin bitmez tükenmez imtihanları dünyevî meşgaleleri bırakmak olan terk-i dünya, Âhiretteki mükâfatları terk etme hatta düşünmeme olan terk-i ukbâ, Varlığı ve vücûdu terk etmek terk-i hestî, Terkin terki, terk-i terk başlamış olur.
-Çelebi can, her sınav daha zorlu mu acaba ben hırka giyebilecek miyim?
Mesele hırka giymek değil derviş; ruhun şahsiyetine hırka giydirebilmekte. Derviş Yunus var bilir misin? Bizim Yunus, Yunus Emre’miz. Sana onun hikâyesini anlatayım. Şeb-i Arus havuzu başında ruhlarımız yudumlayalım. Bu arada “Ateş-bâz-ı Velî” bize gönül kahvesi yapar, içeriz. Yunus Emre, tam kırk yıl Taptuk Emre’nin dergâhına odun taşır. Ona verilen vazife sadece budur. Her işin altında bilinmeyen bir hikmet yatar. Görünen âleme bakarak yorumlarsan olayları yanılma ihtimalin çok fazladır. Başına gelen her olayın yaratıcı tarafından geldiği idrakinde olan insan hiçbir zaman “niye” demez. Yunus Emre bir ömrün 40 yılını ormandan odun taşıyarak geçirir. Öyle odunlar bulup getirir ki kalem gibi dümdüz odunlar. Sorarlar Yunus’a şu ormanda hiç eğri odun yok mu? Bu kapı öyle bir kapıdır ki değil eğri insan, eğri odun dahi girmez içeri. Zaman içinde sağdan yaklaşan şeytan onu tersten avlar. Kader planında şeytanda karlı bir iş yaptığını sanacaktır ama açtığı kapıdan bir derya doğacaktır. Şeytan ona der: Sen yıllardır bu kapıda bekleyip durursun. Senden sonra gelenler bile eğitimlerini tamamlayıp gitti. Hiç düşünmüyor musun sen bu kapıya layık değilsin. Daha fazla bu kapıyı işgal etmeye hakkın yok. Pişen Yunus hamlığından dem vurup bir gün habersiz terk eder dergâhı. Yollara düşen Yunus iki dervişle karşılaşır. Onların peşine takılan Yunus köy köy gezerler. Bir zaman sonra acıktıklarında dervişler sırayla dua edip gelen rızıkla karınlarını doyurmaktadır. Sıra derviş Yunus’a geldiğinde ben 40 yıl dergâha kabul edilmeyen bir adamım. Allah’ım bunlara nasıl dua ediyorsa bende aynılarını tekrar ediyorum sana sığındım Rabbim der demez mükellef bir sofra kurulur. Diğer dervişler sorar; sen nasıl bir dua ettin bize de öğret derler. Ben onlar nasıl dua ediyorsa bende aynı şeyleri tekrar ediyorum dedim. Şimdi siz söyleyin siz nasıl dua ederdiniz. Biz tanımayız bilmeyiz ama Derviş Yunus’un adına dua ederdik deyince bizim Yunus gerisin geriye dergâha geri döner. Taptuk Emre iki elini açar bizim Yunus gelmiş deyip bağrına basar. Sen bilinmeyen bir hazineydin. Rabbime armağanım sendin. Ama sen öyle bir doldun ki kabına sığmaz oldun. Sana düşen bundan sonra gönüllere dökülmektir. İşte böyle hala sürur veriyor bizlere. O bir sükutiydi. Sükutiler gönül diliyle konuşmayı bekleyenler geçmişten günümüze kalmışlardır. Asra yemin olsun ki büyük bekleyişlerin mükâfatları tarifi imkânsız olacaktır.
*Evlerin Şahini (Muhyiddîn İbn Arabî)
  Hakkı AYTAÇ

Hiç yorum yok:

RESİMLER

RESİMLER
Kelebeğin Rüyası