reklam

Manşet

Ruhsal Deniz Okulu - İHTİYAR BALIKÇI (Ernest Hemingway) üzerine

Yazar Unknown 9 Nisan 2015 Perşembe 0 yorum

Ruhsal Deniz Okulu

İHTİYAR BALIKÇI (Ernest Hemingway) üzerine…
Ernest Hemingway‘e 1953′de bir Pulitzer, ertesi yıl da Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran bu küçük sayfalara sığan dev roman, hayata renk katıp anlamlandıran başarıların anahtarlarını bize sunuyor. Bunları karakterize ettiğimizde önümüze dört ana madde sıralanıyor: 1-Yönelme 2- Sebepleri yerine getirme 3- Süreklilik 4-Birliktelik
            “Gulf Stream’de küçük teknesiyle yalnız başına ve tam seksen dört gündür tek bir balık tutmadan dönüyordu. İlk kırk gün yanına bir de yardımcı çocuk almıştı. Fakat kırk gün eli boş döndükten sonra çocuğun ailesi, yaşlı adamın artık talihsizlikten de beter bir salao’ya(kör talih) uğradığına inanmış, çocuklarını başka bir balıkçının yanında çalışması için başka bir tekneye vermişlerdi. Manolin, Kübalı ihtiyar balıkçı Santiago’ya büyük bir hayranlık duyuyordu, her şeyi ondan öğrenmişti. Ama onun yanından ayrılmak zorunda kaldığı içinde bir o kadar üzgündü. Çocuk ihtiyarın yanından ayrılmasına rağmen bütün boş vakitlerini onunla geçiriyordu. İhtiyar balıkçıda her sabah çocuğun evine giderek onu uyandırıyor ve sahile birlikte iniyorlardı.’’ Hikâyemiz böylece başlamış olur.
İhtiyar Balıkçı romanını biraz araştırdığınızda tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişin ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele edileceğini görürüz. Bunun ötesinde farklı tasavvufi, psişik ve mistik şifrelerin kullanıldığı konular, cümleler ve kelimelerle karşımıza çıkar. ‘’Santiago; Elleri, oltasına takılan ağır balıkları çekerken açılan yarıklarla yol oldu. Ne var ki bu yarıkların hiçbiri taze değildi. Bir çöl kuraklığını andıran balıksız günler kadar eskiydi bunlar.’’ Tarifiyle tekkede olgunlaşan postnişin gibi denizin öğretici hocası olarak karşımıza çıkar. Çünkü kendisi de bu deniz seyahatinde olgunlaşmanın basamaklarını tek tek çıkacaktır. Yanına aldığı talebesi Manolin’le kırk gün koca okyanusta hiçbir şey tutamadan geri dönmeleri tekkelerde nefsi ıslah etmek için matbahta bekletilen nevniyazları andırır. Tasavvufî gelenekte kırk sayısını yüklenen anlamlar nedeniyle kırk gün metaforu bilerek kullanılmış. Nevniyazlar tekkeye alınmadan önce kırk günlük az yeme, az konuşma ve az uyuma gibi nefsi terbiye makamlarından geçerler. Usta bir balıkçının seksen dört gün balık yakalamadan geri dönmesi kör talihinin yanında talebesini maddi ve manevi beklentilerin ötesine geçirecek ruh donanımları vermeye çalıştığını görürüz.
Zayıf, kavruk, yüzü kederli ensesi kırış kırış olan Santiago; yenilmemişlerin neşesiyle ışıl ışıl yanan deniz rengi gözlerinden başka her şeyi kocamıştı. Fakat bu gözlerin ardında mücadele ruhunu kişisel gelişim kitaplarından almayıp, deneyim ve özbenliğinden çıkaran bir deniz savaşçısı gibidir. Başarının ilk anahtarı; inandığı olaya ya da hayalini gerçekleştirmek için vücudun tüm fakülteleriyle okyanusa yönelerek seksen beşinci defa tekrardan teknesiyle sulara açılır. Kendi geçmişimize doğru bir serüvene çıktığımızda acaba istediğimiz olmayınca kaçıncı tekrardan sonra pes etmişizdir. Daha İlk uğraşta ellerimizi gevşetip yılgınlığın kıyılarına mı atmışızdır kendimizi? Belki en zahmetsizi sadece elleri semaya kaldırıp dua dua istediğimiz şeyi ne kadar devam ettirebilmişizdir? Yaratıcıdan sürekli ve koparırcasına istemek lazım belki. Erkek evlat isteyen Hz. İbrahim gibi 60 yıl duasını devam ettiren var mıdır? Her işimizi sonuçlandırıp İsmail gibi bir netice almak istiyorsak devam ve temadinin kollarına sıkı sıkı sarılmamız gerekmektedir. Karşımıza başarının anahtarlarından süreklilik çıkar ki sürdürülmeyen her şey nakıs kalır.
Sebeplere riayet mevzusunda ise dünyada yapılacak işler sebep paketli olduğu için en ince ayrıntısına kadar meseleye vakıf olmalıdır. Yaşlı ihtiyarın kulübesinden içeriyi gözlemlediğimizde Manolin’e şöyle seslenir: ’’Belki sandığım kadar kuvvetim kalmamıştır. Diye söylendi adam. Ama mesleğin püf noktalarını bilirim, hem imanım da ölmedi daha. Yarın dinç kalkabilmek için şimdiden erken yatsam fena olmaz. İnsan kocayınca çalar saat gibi oluyor. İhtiyarlar niye öyle şafakla uyanırlar bilmem. Günü azıcık daha uzun yaşayabilmek için mi acep. Fakat diye düşündü, ben her işimi hesapla yaparım. Ne var ki kısmetim yok. Ama kim bilir, belki bugün. Günün her doğuşu yepyeni ayrı birgün getirir. Talihim bugün yaver gidiverir bakarsın. Ben işimi eksiksiz yapayım da kısmet geldiğinde beni aradığı yerde bulsun. ‘’ Kafamızı çekip kulübenin penceresinin altında düşünmeye başlıyoruz: Üstüne düşeni tamı tamına eksiksiz yapmaya çalıştığını, sonucunu ise gerçek sebepleri halk edene bıraktığını görüyoruz. Kaçırmamız gereken Hemingway’ın Santiago’yu yine bir üstat kimliğine büründürerek az uyumayı yaşayarak talebesine gösterdiğine şahit oluyoruz. Yaşanmadan söylenen her sözün, seni takip eden kalplerde ma’kes bulamayacağı aşikârdır.
Hikâyenin devam eden mücadele safhalarının yanında, kalbi bir güvercinin kalbi gibi onu nirvanaya ulaştıracak merhamet solukladığı anlar zihninde canlanırdı. ‘’Uzun yıllar kaplumbağa avcılığında çalıştığı halde bu hayvanlar hakkında öyle batıl inançları yoktu. Kaplumbağaları kalbi, kesilip parçalandıktan sonra bir saat sonra bile atmaya devam ettiğinden bazıları, hatta çokları ona acımaz. Fakat yaşlı adam, ‘’benim kalbim de öyle, ellerim ayaklarım da onlarınkine benzer’’ diye düşünürdü.
“Tamam” dedi ve bütün dikkatini oltaya verdi. Mutlaka vuran bir kılıçbalığı idi. Yaklaşık yüz kulaç derinliğindeki oltanın ucundaki yemleri yiyordu. Oltanın ipini yavaşça gevşetti. Böylece, balık yemi rahatlıkla yiyebilecek ve yakalanacaktı. “Haydi, biraz daha ye” diye yine konuştu.
“Haydi, bakalım” diyerek oltayı iki eliyle kavradı ve Ancak, onu bir parmak bile yukarı alamamıştı. İyi ki oltası çok sağlamdı. Ama tekne ağır ağır sürükleniyordu. Roller değişmişti. Yaşlı adam balığı çekeceğine, balık yaşlı adamı çekiyordu. Böylece güneş battı. “Keşke Manolin’de yanımda olsaydı, hem bana yardım eder, hem de ne kadar büyük bir balık yakaladığımı görürdü. Hem, İnsan yaşlanınca, yalnız kalmamalı…” 
diyerek mücadele azminin altın anahtarı birlikteliği öğretiyordu. Tek başına asırlık çınar dahi olsan bir gün fırtınanın savurduğu bir çer çöpe dönüşme ihtimalinin hayli fazla olduğuna dikkat çeker. Çünkü sen küçük bir fidan olsan dahi fırtınaların; ormanları yerinden söküp götürdüğü hiç görülmemiştir.
Balık diye söylendi. Seni seviyorum, sana saygı duyuyorum. Ama bilmiş ol ki gün bitmeden seni öldüreceğim. İçinden de ‘’umarım öyle olur’’ diye geçirdi. Senin dayandığın kadar bende dayanırım. ‘’Yorgunluk bitsem de, perişan olsam da’’ diye düşündü, ‘’oturduğum yerde uyurum. Oltanın ipini ayağıma sararım, bir şey olursa beni uyandırır. Bugün seksen beşinci gün, artık iyi bir vurgunun sırası geldi geçti bile… Tamı tamına 6,5 metre uzunluğunda olan kılıç balığını üç günlük mücadelenin sonunda dize getirmişti ama balık onu kıyıdan epey uzağa taşımıştı. Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar” kitabının başında anlattığı toprak hırsından dolayı çok açılıp, geriye dönmeye çalıştığı sırada çatlayarak ölen insanın dramı akla geliyordu. Artık amacına ulaşmıştı ama insanın ne ile yaşayacağını anlayabilmiş miydi? Savaş meydanını gezen muzaffer bir komutan kadar edalıydı. Birden şimşekler çakıverdi ihtiyar balıkçının beynine, yorgunluktan yığılıp düşmek üzereydi. Belki yosunlara takılan karideslerle açlığını gidere bilirdi fakat birkaç yudum su dışında içecek suyu da kalmamıştı. ‘’Bağırarak ‘’insan yenilmek için yaratılmadı’’ dedi dokunaklı bir sesle; Âdemoğlu mahvolur ama yenilmez.’’ Hala narsistliğinde vazgeçmiyor ben ben deyip sayıklıyordu. Yılların balıkçısıydı bu zor şartların onu ölüme götüreceğini biliyordu. Gece karanlığında hava bozmuş her an fırtına çıkabilirdi. Deniz bu gece sükûnetini bozmasa bile yarın güneş altında susuz hiç çaresi yoktu. Her şeyin kendinde bitmeyeceğini anladıktan sonra geceye, denize, güneşe ve gökyüzüne hakim olacak zata yönelmeye başladı.
Kafasına hücum eden eski günahları sesli söylemeye başlayınca ruhunda hafiflik hissetmeye başladı ve kurtuluşa ereceği inancı daha da pekişti. ‘’Belki balık tutmak da günahtır. Geçimimi sağlamak, başkalarını doyurmak için yaptığım halde bu işin günah olduğunu sanıyorum.’’ Tabiatla konuşmaya başlamış öldürmenin kötülüğünü anlamaya çalışıyordu. Yıldızları öldürmeye kalkmadığımıza iyi ediyoruz; ya bir de onu yapsaydık. Her gün ay’ı öldürmeye çalışsaydık? diye düşündü. O zaman ay kaçardı.  Balık, dostum oldu diye mırıldandı. Bu ağırbaşlılığa, tavırlarındaki bu soyluluğa bakılırsa onu yemeye layık kimse yok. Sıra en büyük günahını anlatacak ellerini semaya açmaya cüret edebilecekti. ‘’Uzun balıkçılık hayatının en hazin balık avını anlatacaktı; bu bir aşk hikâyesiydi. Bir çift kılıçtan birini yakaladığı günü anımsadı. Erkek balık yemi önce dişisine bırakır. Bu yüzden oltaya dişi balık takılıvermiş ve büyük bir korku, panik ve ümitsizlik içinde çırpınarak kısa sürede yorgun düşmüştü. Bütün bunlar olup biterken erkek bir dakika bile dişisini yanından ayrılmamış; oltanın ipini dişlemeye çalışarak etrafında dönmüş durmuştu. Mübarek öyle sokuluyor, öyle akla gelmez şeyler yapıyordu ki ihtiyar oltanın ipini koparmasından, kafasının ucundaki o kılıç gibi, tırpan gibi silahıyla kayığına bir şey yapmasından korkmuştu. Zıpkını saplayıp, testere uçlu uzun sopalarını vura vura balığı iyice sersemletmişler, sonra da güç bela tekneye almışlardı. Fakat erkek kılıç uzun süre tekenin yanından ayrılmamıştı. Erkek balık tam kayığın yanı başında, dişisini görmek istiyormuş gibi yukarı doğru dikilmiş, eflatun renkli göğüs yüzgeçleriyle kanat gibi iki yanına gerilmiş olrak büyük bir gürültüyle yeniden sulara gömülmüştü. Çocuk bile bir hayli üzülmüştü de balıktan özür dileyip ondan sonra parçalamıştık.’’ Dedi hüzünle kanlı gözyaşlarını sinesine doğru boşalttı. Sonra elleri kaldırıp dualar aynı olmasa da ruhunun iniltileri kendisi gibi deniz ortasında kalan Ninovalı Yunus bin Metta’nın duasını hatırlatıyordu. “Ya Rabbî! Yegâne ilah Sensin, Senden başka hakiki ma’bud yoktur. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) 
Gece, deniz, rüzgâr ve gökyüzü onu sahili selamete çıkarmak için anlaşmış gibi var güçleriyle ona yardım ediyorlardı. Santiago, büyük bir balık yakalamanın verdiği gururu hala bünyesinden atamıyordu. Bunları düşünürken etrafını köpek balıkları sarmış, teknenin kenarına bağlı ve teknesinden yarım metre daha büyük olan bu kılıç balığını didik didik etmeye başlamış, baş kısmı hariç tümünü iskelete çevirmişlerdi. İhtiyar balıkçı en son çakısını bağladığı kürekle dört tanesini haklamıştı, ama o kadar çoktular ki elinden gelecek bir şey kalmamıştı. ‘’Bu kadar uzağa gitmemeliydim balık diye söylendi. Senin için de benim için de iyi olmadı kusura bakma emi. Artık benlik hırkasını da sırtından atıp yenildikten sonra her şey daha kolay oluyormuş. Bunun bu kadar kolay olduğunu bilmiyordum. Hem ne yeniliş, ne yeniliş…’’
Hayat, yani fırsatlar dünyası önümüzden akıp giderken bizler de ‘‘büyük balığı’’ bulmamanın peşinde yaprak misali savrulup durmuyor muyuz? Oltamıza takılmasını bekler dururuz: güzel bir kadın ya da zengin bir damat… Konforlu yaşam… Son model arabaya ne dersiniz? Olmadı sınırsız servet verelim. ‘’Büyük balıklar’’ tul-i emel gibi bitmek tükenmez bir iştahla yenileniyor. Çoğunluğu ‘’büyük balığın’’ ne olduğunu anlamlandıramaz, gideceği limanı bilmeyen gemi gibi kimseden yardım alamaz. Kimi görmeden ölür, kimi denize açılmaya cesaret bile edemez, kimi tuttu mu bırakmaz bir daha…

Son söz ihtiyar balıkçıdan ‘’yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar…’’

Hiç yorum yok:

RESİMLER

RESİMLER
Kelebeğin Rüyası